Yağmurlu bir günde Galata'dan aşağı, ince dar yokuşlarından, dik merdivenlerinden aşağı, iniyordum. Yağmur sert değildi, hatrımda kalmış o tatlı İstanbul yağmuruydu. Her yerim sırılsıklam, Eylül ortasında işportacılar şemsiyelerini bulamamış olsalar gerek ki köşe başlarında o ucuz, şeffaf şemsiyeler yoktu. Tatlı bir uğultu yayılıyordu, sokaklarından şehrin, yağmur tanelerinin havayı delerek kaldırım taşlarına çarpmasından. Her şeye rağmen renkleri canlıydı İstanbul'un. Renklerin birbirine bu kadar mı yakışır diyebileceğim bir mekandan, yağmurun sesine rağmen, tanıdık bir şarkı yükseliyordu. An an şehri ve beni anımsatıyordu. Ses, soluk kesilmiş, şehrin düzenini andıran kaos bir anda insanların saçak altlarına saklamasıyla insanlar kaybolmuştu. Adeta tarifsiz bir boşluğun içinde, yağmurun o yumuşak elini omzumda hissederek, sırtımı sıvazlayışını düşündüm. Bunca yıldır, terk ettiğimden beridir şehri, duyduğum hasrete binaen, yağmur, adeta beni kucaklıyor, şehrin bağrına ba